SOYKIRIMLAR VE İŞGALLER
Türkiye’nin Ermeni’lere soykırım yaptığı tezi neredeyse tüm batı “demokrasilerinde” bugünlerde kabul edilmiş olarak görülüyor. Peki gerçekten durum böyle mi? Bu yazıda ele almak istediğimiz konu kendi arşivlerimizi açmamız ve böyle bir şeyin söz konusu olmadığını söylemek değil yalnızca, aynı zamanda iddialı bu batılı devletlerin işgal ve soykırım tarihlerine dair şöyle bir tarih sayfalarını azıcıkta olsa açmaktır.
İNGİLİZLER VE HİNDİSTAN
İngilizlerin Hindistan’ı işgalinin artık başarıya ulaştığı bir zamanda yeni bir İngiliz valisi Hindistan’a atanır. Yanındaki maiyeti ile beraber ülkenin sokaklarını dolaşırken bir ezan sesi duyar. Yanındakilere duyduğu sesi sorar. Aldığı cevap Müslümanların toplanması ve namaza durması için bir işaret olduğudur. Bunun üzerine vali, “bu durumun İngiliz’lerin Hindistan’da yürüttüğü işgal hareketine zarar verip vermediğini sorması üzerine ise; hayır cevabını alır. Bu sesin (ezanın) herhangi bir tehlikesi yoktur valinin yanındaki askerlere göre. Vali ise “iyi o zaman okunsun” der. Ey Müslüman sen bugün ezan okuyabiliyorsan bu benim iznim sayesindedir. Ve ben ancak izin verirsem namaz kılabilirsin diye de ekler valinin yanındaki başka bir asker. Evet İngilizler Hindistan’ı ilk olarak 1600’lerde İngiliz Kraliçesi 1. Elizabet’in emri ile işgal etmişlerdi. Ve 1803 yılına gelindiğinde Pencap bölgesi dışında Bütün Hindistan İngilizler tarafından ele geçirilmişti. Ve sadece 10 yılda 10 milyon insan İngilizler tarafından vahşice katledildi. Hindistan 69 yıl önce ”Pasif Direniş” hikayesi ile bağımsızlığına kavuştu kavuşmasına ancak bedeli de çok ağır oldu. 69 yıllık bağımsızlık mücadelesinde can kaybı yine yüz binleri bulurken Uluslar arası arenada tek vatan olan Hindistan bugün üçe bölünmüş durumdadır. Ne diyelim malum yasa tasarısının en kısa zamanda İngiliz parlamentosundan da geçmesi dileği ile…
FRANSA VE CEZAYİR
Fransa ise on iki yılda 1 milyon Cezayirliyi acımasızca katletti. Ve tam bir soykırım uyguladı. Öldürdüğü insanların yanı sıra ülkenin tüm zenginliklerini de çaldı. Sonra da parlamentosunda Türkler Ermeni’lere soykırım yaptı diyerek sadece kendi vahşetini gizlemedi. Aynı zamanda tüm dünyaya “uygar ülke” izlenimini de böylece bir kez daha vermiş oldu. Yetmedi. İkinci dünya savaşından hemen sonra tarihe Setif katliamı olarak geçen ve Cezayirlilerin Fransa’yı protesto etmek için toplandığı Setif şehrinde havadan ve karadan sivil insanların üzerine en ağır bombardıman harekatı ile tam 45 bin kişiyi yine acımasızca katletti. Bu da yetmedi Raunda katliamını Belçika ile birlikte örgütleyerek Hutu’lar ve Tutsi’leri adeta birbirine kırdırdı. Bu çatışmalarda tam 600 bin Ruanda’lı Fransa ve Belçika gözetiminde birbirlerine satır ve sopalarla en ağır işkenceleri yapıp yine birbirlerini katlettiler. Ve Batı bu katliamı daha çok satır ve sopa temin ederek adeta destekledi.
İSRAİL VE FİLİSTİN
1879 tarihinde Birinci Siyonzim Kongresinin İsviçre’nin Basel kentinden toplanması ile beraber İsrail’in kuruluşunun gerçekleştirildiği 1948 yılına kadar sadece 50.000 Filistinli katledildi. 1948’de günümüze kadar ise ne kadar Filistin’linin katledildiği ise tam olarak bilinmiyor. Ancak Birleşmiş Milletlere göre 1987-1993 arasındaki İntifada sadece bini aşkın Filistinli katledilirken göçe zorlanan yani yerinden yurdundan olan Filistin’li sayısının 200.000’i aştığı tahmin ediliyor. Yani hem katliam hem sürgün. İkisi de İsrail’in en somut politikası olarak göze çarpıyor. İsrail’in 60 yılı aşkın sürede yaptığı hangi katliamı yazacağımızı doğrusu şaşırıyoruz. Ancak değinmeden geçemeyeceğimiz, yakın zamandaki yani 2008-2009 “Dökme Kurşun Operasyonu” adı altında ve 22 günde tam olarak 1.417 Filistinli hayatını kaybederken yine 5.000’e yakın Filistinli ise yaralandı. Gel gör ki; İsrail’in bu katliamları ancak ve ancak büyük İsrail projesi gerçekleşene kadar yani İçince Türkiye’nin de bir kısmının yer aldığı toprakların İsrail’e verilmesi ile belki de “son bulacaktır.”
AMERİKA VE IRAK VE AFGANİSTAN VE VİETNAM VE KÜBA VE KIZILDERİLİLER…
Konu Amerika’ya geldiğinde ise işler zorlaşıyor. Çünkü hangi katliamı yazacağımızı gerçekten şaşırıyoruz. O kadar çok ki… biz yinede bir kaçına değinmeye çalışalım. Elbet Amerikan zulmü bu yüzyılda başlamadı. Kendine vatan kıldığı toprağın asıl sahiplerinin kanına borçlu olan Amerika, varlığını işgale, katliama ve soykırıma borçlu. Bu kanlı tarih karşımıza ilk olarak Kızıldereli katliamı ile çıkar. Kristof Kolomb’un keşfinden sonra başlayan katliam yerli halkın tabi tutulduğu soykırımın adıdır. Öyle ki Dünyaya yeryüzünün en önemli kaşifi olarak tanıtılan Kolomb’un Kızıldereliler için, kendi günlüğünde şöyle bahsediyordu. “bunlardan çok iyi hizmetkar olur. Sadece 50 kişi ile bütün bu yerlilere kolaylıkla boyun eğdirebiliriz. Ve istediğimiz her şeyi yaptırabiliriz.” Evet Amerikan tarihi; utanç verici bir tarih. Okurken adeta utanacağınız ve sadece Afganistan’da iki buçuk milyon, Irak’ta iki milyon, Küba’da yüz yirmi bin, Vietnam’da ise sayının tam olarak bilinmediği ancak yinede milyonlarca kadın, çocuk, yaşlı ve genç ayırımı yapmadan katlettiği sadece petrolleri ve mallarını sömürmek için “kitle imha silahları” yalanını dünyanın gözünün içine baka baka yalan söyleyen bu en büyük kanlı tarihin gerçek sahibi, Amerika. Temsilciler meclisinde yine hiç utanmadan ve aynaya bakmadan başka bir yalanın daha piyasaya sürülmesinin gerçek mimarı, Amerika. İsrail’in güvenliği sağlamak adına giriştiği pkk ile işbirliğinin ve kuruluşundan bugüne kadar duyduğu Türk düşmanlığını artık gizlemeye dahi gerek duymayan bu gerçek katil devlet projesinin sahibi, Amerika. Ürettiği son silahları mazlum coğrafyasında deneyerek katlettiği sonrada cadı avına çıktığı, 1945 te attığı atom bombasının arkasına gizlenerek rantını ne pahasına olursa olsun sağlayan insanlık düşmanı ülke, Amerika. Nazi soykırımı ile nam salan Almanya’nın Türkiye’ye verdiği demokrasi dersini ona Washington’da çalıştıran, bu soysuzlar çetesinin en azılı paralı askerlerinin bulunduğu ülke, Amerika. Müttefiki olan İngiliz ve İsrail’le beraber petrolü köpek gibi koklayan her nerede olursa olsun demokrasi ile petrolü değiş tokuş yapma iddiası ile tam yüz yıldır İslam coğrafyasına çöreklenmiş katiller sürüsünü barındıran yegane Ülke, Amerika. Evet işte bu Amerika bize siz soykırım yaptı diyecek kadar ileri gitti. Kapalı düşmanımız böylece net olarak açığa çıktı. Açıktaki bu düşman öyle anlaşılıyor ki yok edilmedikçe bize ne bu dünyada nede öteki dünyada artık rahat yoktur.
|
Ey Ulu Peygamberimiz neredesin?
Dinle Minaremde öten gür sesin
Gel! Bana yar ol ki cihan titresin
Kimse dönüp süngüme yan bakmasın
Amin desin hep birden yiğitler
Allahu ekber gökten şehitler
Amin! Amin! Allahu ekber
Barış Pınarı Harekatı Merhum Akif’in yukarıdaki şiiri ile nihayet başladı. Pek çoğumuzca bu harekatın çok daha erken başlaması ve şuana kadar çoktan bitirilmesi gerektiği uzun bir dönemdir hemen herkesin konuştuğu bir konuydu. “Ne yani, Türkiye yanı başında yeni bir “Ermenistan” ya da “İsrail’in” kurulmasına izin mi verecek?” Sorusunu en yüksek sesle Devleti yönetenlere soran Türk Milleti şüphesiz bu harekatı uzun bir zamandır bekliyordu. Harekatın henüz ikinci gününde şanlı ordumuz destan yazmaya başlamışken gözler bu harekatı en sert dille eleştiren ve engellemek isteyen batı emperyalizminin ve İsrail’in korkusuna çevirmiş durumda. Evet herkes korkuyor. İslam coğrafyasını en az yüz yıldır sömüren batı korkuyor. Filistin’i kurulduğu 1948 yılından bu güne kadar kan gölüne çeviren İsrail korkuyor. 1992 yılında Hocalı katliamı ile adeta Azeri Türklerini “kılıçtan geçiren” Ermenistan korkuyor. Şu ana kadar yaptığı hiçbir açıklama ile tutarlılıktan nasibini alamayan Amerikan başkanı ve Amerikan Kongresi korkuyor. Yüz yıldır korku salanlar bu kez hiç hesap etmedikleri bir korku ile yüzleşiyor. Yapılan açıklamalardan Öyle anlaşılıyor ki korkunun ne demek olduğunu ilk kez iliklerine kadar hissediyorlar. Ama biz korkmuyoruz. Türkiye korkmuyor. Türkiye ile beraber ilk kez yüz yıldır korkanlar yani mazlumlar korkmuyor. Tüm mazlumlar Türkiye sayesinde anlıyor ki, bu batı emperyalizmi ile savaşmak demek onlardan zaten korkmamak demek. Türkiye yalnızca bir harekat başlatmadı. Aynı zamanda İslam Coğrafyasında bir umut ateşinin alevlenmesine de neden oldu. Bu bölgenin gerçek sahiplerinin ne pahasına olursa olsun bir ve beraber olması ile bu sömürünün artık devam edemeyeceğini bir kez daha Türkiye önderliğinde dosta düşmana göstermiş oldu. Yıllarca Pkk’yı besleyerek Türkiye’nin bölünmesi için uğraşan baba Esed’in Ülkesi gün geldi aynı Pkk tarafından bölünme tehdidi ile yüzleşmek zorunda bırakıldı. Ve kaderin cilvesine bakın ki Suriye’nin yıllarca Türkiye’ye karşı kullandığı Pkk, şimdilerde bu kez Suriye’yi bölmek istedi. Ve Türkiye aynı Pkk’ya bugün Suriye’nin bölünmemesi için harekat başlatmış durumda. Merhum Akif’in şiiri ile harekatta görev yapan kahraman ordumuza dualarımızla…
Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnında, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Bağımsız Eğitim Çalışanları Sendikası
|
Resim .1. Resim .2.
İtalyan rönesans döneminin en ünlü sanatçılarından Michelangelo’nun 1500’lü yıllarda yaptığı “Ademin yaratılışı”. Sakallı olan Tanrı, Adem’e ruh üflüyor. Hem de kendi ruhundan bir ruh. Böylece Adem yaratılmış oluyor. “resim .1. İnsan’ın başlangıcını anlatıyor. Eserde Michelangelo’nun Tanrı’nın yüzü olarak kendi yüzünü resmettiği de idda ediliyor. Zaten Bizim (Müslüman) inancında yaradanın yüzü tasvir edilmez. Bir başka önemli konu ise resim .2.’de görüleceği gibi Tanrı tasvirirnin bir beynin içinde olması. Yani Michelangelo’nun Tanrı’yı beynin tam ortasına yerleştirdiğini görebiliriz. “İlk emrin oku” olduğu dinin mensupları olarak aklı öne çıkaran ikinci resimin anlamı üzerine düşünmek bizler açısında hiç şüphesiz önemli olsa gerek. Tanrı’yı arıyoruz, her yerde her durumda kiç bıkmadan usanmadan arıyoruz. Gerçekten arıyor muyuz? O her yerdedir, biliyoruz. Ama en çok “bütün kainatı yarattımda sığmadım, bir tek şeye sığdım, oda insan gönlüne” diyen o eşsiz yaratıcıyı belkide bir tek kendimizde aramıyoruz. Oysa “Ben size şah damarınızdan daha yakınım diyen” ve Kendi içimizde, kalp tahtının tek sahibi olan aşkın ilk ve son adresin gelip kendini bulacağı (yok olacağı) “hakikatin” insan olduğunu çoktan unutmuşcasına yaşayan yığınların arasında kaybolan biri, birisi, birleri. Hepimiz eşsiz canlılarız oysa. Yaradanın her insana Adem misali ayrı ayrı ruh üflediğini düşünürsek ve gökkubbeden kovulan insanlığın yeniden Cennete dönebilmek için girdiği yaşam mücadelesinde ihtiyaç duyduğu tek gerçeğin kalp tahtında oturana dönmek olduğunu hatırlatan “resimlere” çok ama çok ihtiyacımız var.
BAŞKA “RUHLARIN” PEŞİNDE
Bu dünyadaki maceramızda bize en çok eşlik edenin ise Şeytan olduğu söylenir. Ve “yeryüzünde insan bedeninin bir arena olduğu, bu arenada bazen Tanrı’nın bazende Şeytan’ın galip geldiğini” anlayalı henüz 1400 yıl olmuşken, bugün ise kazananın en çok Şeytan’ın olduğunu Dosteyevski’nin şu sözündende rahatlıkla anlayabiliriz. “Şeytan Uyuya kaldı bir gün ve rüzgar sert esti. Üç tüy düştü şeytandan. Birisi paraya yapıştı, diğeri mevkiye, öteki de ihtirasa. O günden sonra şeytan hiç bir iş yapmaya gerek dahi duymadı.” Tanrı’nın üflediği ruha karşılık şeytan’ın para ile insanı “satın” alması. Resim .3. de Tanrı insana elini uzattı. İnsan o elin yerine şeytan’ın uzattığı parayı kabul etti. Böylece Tanrının eli “havada” kaldı
Resim .3.
Elbette para herkes için aynı şeyi ifade etsede, bazen farklı insan gurupları için başka anlamlarda öne çıkabilir. Mesela bu sayfayı okuyan bir memur için “çok para falan istemiyoruz. Biz sadece insanca yaşayacak bir ücret istiyoruz” talebi aslında paraya “tapınma” değil, sadece geçim sıkıntısı duymadan bir standart ücretin olması gereğini yetkililere duyurmaya çalışmaktır. Yetkililer memurların insanca telebini duymak yerine daha çok parası olan işveren kesiminin dertlerine ortak olmayı seçeli yine çok uzun zaman oldu. Para daha çok parası olanda kalmalı. Ve onlar paralarına para katmalı. Çalışanın yani yığınların ise yoksullukları her daim devam etmeli anlayışı yönetenlerin sadece Şeytan’ın kurallarına uymakla kalmadıklarını, aynı zamanda kendi parasal hayatlarını da daha çok parayla da tedarik ettiklerinin en önemli göstergeleri olsa gerek. Biz çalışanların yapacağı en önemli şey ise Tanrı’nın üflediği ruha onurluca karşılık vererek bu dünyanın sınavlardan ibaret olduğunu elbette unutmamak. Ve bedenimizin bir arena misali kazananın Şeytan olmamasına çok ama çok dikkat etmek te önemli görevlerimiz arasında olsa gerek. Ancak; insanca yaşamın talebini parayı elinde tutanlardan almayı da bilmeliyiz. Yine parayı elinde tutanlara yakın sendikalardan kurtulmak biz çalışanlar için insanca yaşamın en önemli işlerinden biri gibi görünüyor.
Para para para varlığı bir dert, Yokluğu yara.
|
“Ay başı geldi çattı, memurda şafak attı, nasıl geçeriz çarşıdan kasaba manava yakalanmadan. “
yukarıdaki satırlar 1984 yılı yapımı Kemal SUNAL’ın atla gel Şaban filminden alınan bir replik sadece. Geçim sıkıntısı içindeki memurun (Kemal Sunal’ın) çektiklerini anlatan filmde bir beyit yazarının, beyit yerine çektiği sıkıntıları anlatan ve patronu Reha Yurdakul Tarafından beğenilmeyen hatta” doğru dürüst beyit yazamazsan kovulacaksın” diye tehdit edilen memurun (Kemal Sunal’ın) sadece bakkal, kasap ve manav ile değil aynı zamanada pahalılığa karşı mücadelesini anlatan kara komedi bir film.
Reha Yurdakul: tahayyül et.
Kemal Sunal: neyi?
Reha Yurdakul: ferah olduğunu
Kemal Sunal: edemiyorum ki, aklım hep fiyatlarda.
Reha Yurdakul: zorla kendini
Kemal Sunal: olmuyor…
Reha Yurdakul: bırak artık şu manavı kasabı.
Kemal Sunal: ben bırakacam ama onlar benim yakamı bırakmıyor. Uykuma (rüyalarıma) bile giriyorlar…
Pahalılık, yani fiyatlar memurun hep rüyalarında. Sendikaların yapacağı zam pazarlığı ve memurun alacağı fark umudu 2020-2021 içim hakem heyetinde son buldu. Başka türlü olmazdı zaten olamazdı. Memur konfederasyonlarının “bak biz hükümetle anlaşamadık onun için zam pazarlığını hakem heyetine götürdük” restine hakem heyetinin cevabı gerçekten çok acımasızca oldu. Hükümetin verdiği zammı aynen tatbik etti. İyi ki Hükümetin verdiği zammın daha aşağısını teklif etmedi. Bu arada hükümete yakın konfederasyonlar “namusunu” böylece kurtarmış oldu. Bu danışıklı dövüşe memurun tepkisi hiç olmazsa Kemal Sunal kadar olsaydı keşke .
Kemal Sunal: denizde yüzüyor boy boy odun, evde ne şeker kaldı nede un. Denizde balık gibi yatıyor ay, şinanay yavrum şinanay. Böyle giderse pahalılık vay vay vay, kafada ne tahta kalacak ne de yay…
Memurun bugünkü durumu 1984 yılındaki “Memur” Kemal Sunal ile hemen hemen aynı. Ancak memurun tepkisi Kemal Sunal’ın beyitlerindeki kadar açık değil maalesef. Patronunun gözünün içine bakarak zam isteyen Kemal Sunal “ ah bir zam yapsanız” talebini işverenin gözünün içine bakarak ve kovulmayı göze alarak talep ediyor. Sonuç alamıyor belki ama yinede en azından talep ediyor. Rahmetli Kemal Sunal’ı rahmetle anıyoruz. Sinematografik açıdan çok şey öğrendiğimiz ama asla tatbik etmeyeceğimiz sinema filmlerinde her meslek kuruluşunda çalışan emekçiye söylediği sözler için en azından minnettarız. Oysa bugünkü memur kendi küçük hesabı ve çıkarı adına hükümete yakın sendikalara yakın durmaya ve üye olmaya devam ediyor. Bakkal ve kasabın önünden geçemeyecek ücreti almasına rağmen sessizce ve “zombiye” dönüşmeyi bekleyerek sadece hayatta kalmayı başarı sayarak hakkı olandan çoktan vazgeçerek ve arabesk beyitleri ile Kemal Sunal kadar dahi olamayan memur kalabalığının kendisini önce ucube sendikalara sonra da hakem heyetine teslimiyeti çoktan gerçekleşmiş bulunuyor. Hakkını istemekten biçare memurun yaşam standardının her geçen gün düşmesi ve bu düşüşün hükümete yakın memur konfedarasyonlarınının izni ile olmasını dahi sorgulamayan bu memur güruhunun severek izlediği Kemal Sunal filmlerinden hiç ders almaması neyin habercisidir! Sormadan edemiyorum. Ey memur kardeşim malum sendikaların seni ısırmasına ve “zombiye dönüştürmesine asla izin verme. Her ne olursa olsun insan olduğunu ve insanca yaşamı hak ettiğini hiç ama hiç unutma. Sana dayatılan yüzde üçlerin yada dörtlerin bakkal, kasap ve manavın borcunu karşılamadığını hiç unutma. İnsanca yaşamın gereği olan senin ve ailenin karnını pazarlıksız doyurmaktan geçtiğini unutma. Kalabalıkların zombiye dönüştüğü bu yüzyılda sana düşen insanca ücretlerin ve hakların takipçisi olmaktır. Bunu yapabilecek sendikalarda örgütlenmeyi kendine şiar edinmedikçe seni yığınlardan sayan sendikalardan kurtulmadıkça insan sayılmayacağını hiç unutma. Balık sezonunun başladığı şu günlerde Son söz yine memur Kemal Sunal’ın…
Gökte uçuyor martılar, denizde kum gibi balıklar...
Bir kilo istavrite üç yüz lira diyorlar…
Bağımsız Eğitim Çalışanları Sendikası
|
TOPLU GÖRÜŞMELERDE MEMUR SENDİKALARININ BEKLENTİSİ İLE
MEMURLARIN BEKLENTİSİ
ARASINDAKİ FARK
Hükümet ile yapılacak olan görüşmenin adı Toplu sözleşme değil, Toplu görüşme. “Topunuz gelin”
diyor hükümet. Efendi efendi masaya oturun ve görüşün. Ama sadece görüşün. Fazla bağırıp
çağırmayın diyor. Öyle bu konuyu Toplu Sözleşmeye falan götürmeye çalışmayın diyor. Masada
görüşmek için bekleyen sendikalar aldığı bu talimatla başüstüne diyerek görüşüyor. Memur
sendikalarının zam ve sosyal hak pazarlığı sadece görüşmeden ibaret kalıyor yani. Fazlası yok. Son
kararı sendikalar veremediği gibi yapılacak bu görüşmeden de medet uman memurların hala olması
da ayrıca şaşılacak bir durum olarak göze çarpıyor. Memur üyesi olduğu sendikaya bakmıyor yani. Her
zaman ilk ve son sözü söyleyecek olan Hükümete bakıyor. Hükümet ne verirse baştan kabul eden
görüşme masasındaki memur sendikaları memuru gerçek anlamda temsil etmiyor. Bugüne kadar da
hiç temsil etmedi zaten. Elbette Hükümetin komik zam teklifine henüz görüşmenin başında
sendikaların memur lehine çıkışı olsa da kısa zaman sonra tıpış tıpış Hükümetin teklifine hemen
yaklaşıyor. Memur sendikalarının meseleye bakışı maalesef bundan ibaret.
Yukarıda da değindiğim memurun bakışı ise elbet sendikaların bakışından çok daha farklı. Öyle ki
resmi enflasyon rakamlarının yıllık % 17’ye gelmesi, gerçek enflasyonun ise % 25’ler civarında
seyretmesine inat Hükümetin zam teklifi elbette ne % 25 ne de % 17 olacaktır. Her dönemde
sevilmeyen memur yine sendikalar aracılığı ile alması gereken zam ve diğer haklarından mahrum
kalacaktır. Memura gerçek enflasyon kadar dahi zam vermeyi uygun görmeyenler, Sendikaların
başarısız toplu görüşme süreci ile pek çok haklarından feragat etmek zorunda bırakılacaklardır.
“Sendikan mı var? dedin var!.” her iki senede bir yapılan toplu görüşmelerden çıkaracağımız sonuç
maalesef budur. Sendikacılığın temsil ettiği kalabalık kitleye yakın olmak değil de hükümete ve
işverene yakın olmak olduğunu zanneden bu sendikal anlayışın iflası çok yakındır. Bu çürümüş
sendikacılığın memura, çalışana, emekçiye katkı yapması artık beklenemez boyuta ulaşmıştır.
Çalışanların bu sendikaları gerçek anlamda sorgulamasının zamanı çoktan gelmiş hatta geçmektedir.
Kamu çalışanlarının daha adil ve eşit bir ücret politikası ile hizmet vermeleri ve en azından resmi
enflasyon kadar bir zam ile haklarının teslim edilmesi şarttır. Bu hakkı alacak olan ise maalesef
bugünkü sendikalar değil, verecek olan hükümete bakan memurlar olarak aslında “hak verilmez
alınır” anlayışından yola çıkarak sendikalara duyduğumuz güven keşke tam olsa ve bu sendikalar
bizim hakkımızı nasıl olsa en demokratik şekilde alırlar fikri her daim aklımızda olsa. Ne yazık ki öyle
değil. Sendikalara duyulan güven nerdeyse sıfıra yakındır. Toplu görüşme masasına oturacak olan
sendikaların bu gerçeği görmezden gelme lüksünden derhal vazgeçmeleri ve iyi bir özeleştiri yapma
zamanının geldiğini artık bilmelidirler. Hiç kuşkusuz sendikaların bu özeleştiriyi yapacaklarını ummak
bizler adına hata olacaktır. Ancak memurların sendikalara bakış açılarını değiştirmeleri gerektiği ve
mensup oldukları sendikaları demokratik olarak eleştirmeleri sonucu belki sendikacılığın boyutu
değişecek, kamu çalışanları lehine bir bakışın sendikalarda hakim olması sağlanacaktır. Türkiye’deki
sendikal tarihin çok eskiye dayanmaması ve her darbe dönemlerinde ilk kapatılan kurumların başında
gelmesi ile her daim ön yargı ile bakılan ve “bizim sendikamız onların sendikası” diye ayrımı kolay
yapılan, çalışanların en çok ihtiyaç duyduğu bu legal birlikteliğe her geçen gün çalışanlardan biraz
daha uzaklaşması tüm çalışanların önemle üzerinde durması gereken bir konu olarak yanı başımızda
duruyor. |
TOPLU GÖRÜŞMELERDE MEMUR SENDİKALARIN BEKLENTİSİ İLE MEMURLARIN BEKLENTİSİ ARASINAKİ FARK (2)
Bu yazının başlığını taşıyan ilk bölümde hükümetin memur konfederasyonları ve sendikalara bakış açısını yazmaya çalışmıştık. Öyle ki toplu görüşmelerin başladığı şu günlerde sendikaların hiç ama hiçbir gücünün olmadığını ve son sözü söyleyenin hükümet olduğunu analiz etmiştik. Yazının ikinci bölümünde ise başlıktan da anlaşılacağı üzere sendikaya üye memurun hiçbir söz hakkı yokken neden hala sayıca fazla ancak işlevi bakımından son derece yetersiz sendikalara üyeliğin devam ettiği üzerine duracağız…
1-) yapı taşları misali her şey birbirine bağlı. Hükümet en üstte. Sendikalar hükümetin altında ve en altta kamu çalışanları. “Altta kalanın canı çıksın” misali canı çıkan kalabalıklar hala neden bu sendikalara üyelik ile bağlı? Cevap çok basit; “adam” gibi sendika yokta ondan. Yok mu gerçekten? Var! Birkaç tane de olsa “adam” gibi sendika var. Son derece değerli işler yapsalar da kimsenin bu sendikalardan haberi yok. Haberi yok çünkü bu sendikaların hem üye sayıları az hem de medya da işgal ettikleri alanları hemen hemen hiç yok. Hiç torpil aramadan üyelerinin hukuki haklarını ceplerindeki az miktar para ile karşılayan bu sendikaların sayıları maalesef çok az. Ve kalabalık üyeler maalesef bu sendikalardan ya haberdar değiller, ya da kendi üyesine hiçbir faydası, katkısı olmayan sendikalardan hala medet umuyor ve “beklide artık be sene hükümetten hakkımız olanı alırlar” diye kalabalık sendikalara üye olmaya devam ediyorlar. Ama her sene olduğu gibi bu senede cafcaflı sendikaların istediği değil hükümetin istediği zamları kabul edeceklerini önceki yazımızda da söylemiştik.
2-)kamu çalışanları yani memurlar “aman başım ağrımasın” diye her dönmede olduğu gibi bu dönemde de iktidara yakın sendikada gardını almayı sürdürüyor. Kendi üyesinin yani çalışan memurun değil de hükümetin istediği şartları kabul eden bir sendika anlayışına büyük kalabalıklar tamah ediyor. Memurlar korkuyor. Başıma bir iş gelir diye malum sendikalarda kalmayı adeta kendisine görev ediniyor. Aslında toplu görüşmelerin başladığı şu günlerde alması gereken haklardan hemen hiç birine gerçek anlamda ulaşamayacağını bildiği halde korkularına teslim olmuşçasına ve toplu görüşmeleri hiç takip etmeyerek yani sonucu daha başından hükümet lehine belli olan görüşmelerden kendi lehine bir sonuç çıkmayacağını bile bile bu sendikal anlayışa en azından üye olarak destek olmaya devam ediyor. Memurlar öz eleştiri yapmadığı gibi çaresizce kendisine umut olamayan sendika-la-ra devlet eliyle de olsa aidat ödemeye devam ediyor. Bu büyük sendika yöneticileri (patronları) saltanatlarını hükümetin her dediğini yaparak ve kendi üyesine de bir o kadar yabancı durarak sürdürüyor. Kamu çalışanları kendi aralarında yaptıkları “muhabbette” bu gerçeği dile getirseler de gerçek anlamda kendisinden yana olan küçük ama son derece gayretli sendikaları görmezden gelmeye devam ediyor.
Bu elbette hep böyle gitmez. Gitmemeli. Kalabalıklar gerçek anlamda kendisinden yana olan sendikaları keşfetmeli ve boyutları küçükte olsa bu sendikaların en azından çalışmalarını yakından dikkatle izlemelidirler. Umut insanda. Umut hepimizin çocuklarımız ve geleceğimiz için demokratik olarak örgütlenmemizde….
|
|
|